31 Aralık 2016 Cumartesi

Zil çalıyor, kapınızda kocaman bir çuval...

Neler gördük, neler geçirdik... 2016 acısıyla tatlısıyla, götürdükleriyle, getirdikleriyle bizimdi. Her şeye rağmen bizim yılımızdı. Mikrodan makroya hep birlikte yarattık onu. O yüzden kızmayın ona, dışlamayın onu 2017'i görünce.
Sevgiyle gönderelim 2016'yı...

Yeni olan, yaşanmamış, görülmemiş, tüketilmemiş olan merak uyandırır.

Yeni yıl; umutlar var onun içinde, hedefler var, heyecan var, yeni başlangıçlar var, bırakışlar var istemediklerimizi, yakalayışlar var uçuşan hayallerimizi...



Yeni yıl her şeyi taşır sırtındaki çuvalda, zili çalar ve çuvalını yığar kapımızın önüne. İçinde işimize yarayan yaramayan bir sürü şey olan o koca çuvalı öylece içeri alırsak baştan kabul etmiş oluruz, "ne çıkarsa bahtımıza..."

Çabalayıp almamız gerekir istediklerimizi, gerçek yapmamız gerekir hayallerimizi. Önce ne istediğimize karar verip sonra da harekete geçmemiz gerekir. En önemlisi karar vermektir çuvalın içinden ne alacağımıza. Karar verdikten sonra bakarız çuvalın içine uçuşan milyonlarca dilek içerisinden hemen görüveririz kendimizinkini, oradadır. Uzanıp alıversek? Bazen olur hemen, bazen de bir bakarız ki istediğimiz şeyin kendisi değil de bir resmi var ve resmin arkasında nasıl, ne zaman olacağına dair bir reçete. Reçeteyi alıp okuyup, rotamızı çizip harekete geçeriz ve hedef gittikçe yaklaşır yaklaşır, sonunda zafer bizim olur. Ne kadar istekliysek, ne kadar kararlıysak, ne kadar çaba sarf edersek o kadar fazla şey alırız çuvaldan.

Yeni yılın zilinizi çalıp, kapınıza bıraktığı o çuvaldan ne çıkmasını istiyorsunuz? O istediklerinizi, hayallerinizi elde etmek için neleri göze alırsınız? Ne kadar kararlısınız? Ne zaman eyleme geçeceksiniz? Nasıl bir yol izleyeceksiniz?

Haydi, ne duruyorsunuz? Baksanıza çuvalın içine... Başlasanıza...

27 Kasım 2016 Pazar

Direksiyonda hep sen mi olacaksın?

Bir yolculuğa çıkacağım. Sonucunda çok istediğim bir yere ulaşacağım bir seyahat bu. Yanımda sevdiğim bir arkadaşım. Arabayla gideceğiz. Tüm hazırlıklar tamam, son kontrolleri de yaptım. Rotayı çizdim, her ihtimali düşündüm, tüm olasılıkları hesapladım. Sözleştiğimiz saatte arkadaşım gelip aldı beni. Trafikteyiz, kimi zaman akıyor, kimi zaman tıkanıyor. Arkadaşım bir ara yol boşken sağa sola kırıyor direksiyonu, dans ediyor sanki arabayla, bende bir huzursuzluk, başlıyorum içimden söylenmeye (Bak ya nasıl sürüyor arabayı!) seslenmiyorum. Ama artık gitmesi gereken yoldan gitmeyip de başka bir yola sapınca dayanamıyorum “Yanlış yola girdin”. Arkadaşım gayet sakin “Rahat ol”.
“Rahat mı olayım? Ben rotayı belirlemiştim. Gitmemiz gereken yol bu değil. Tüm olasılıkları hesapladım ben!”.
Arkadaşım “Güven bana, bu yolu seveceksin, etrafına bak, ne güzel manzara” diyor ve pencereden dışarı bir bakıyorum ki (aslında az önce de bakıyordum ama o ana kadar fark etmemişim) çeşit çeşit, daha önce varlığından bile haberdar olmadığım türde ağaçlar, aşkından çiçekli sarmaşıklarla sarmaş dolaş olmuş ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla giden bir tren yolu, tren yolunun kıyısında duvarları yosun tutmuş, taştan, eski, tek katlı bir bina... Düşüncelere dalıyorum bir an, “minicik bir istasyon binası, kim bilir ne yolcular geçti bu istasyondan, kalanlar kimleri gönderdi, neler bıraktılar gidenler geride…” Birden uyanıveriyorum düşüncelerimden, arkadaşım arabayı rayların üzerinde durduruyor, öylece bırakıveriyor tren yolunun orta yerine. (Burada mı duracak? Ya tren gelirse? Zaten neden durduk ki, daha kat etmemiz gereken onca kilometre varken? Zaman kaybetmememiz gerek) Hemen müdahale ediyorum ve öğreniyorum ki o tren yolu artık kullanılmıyormuş, yakınlarda bir yerlerde de arkadaşımın anneannesi oturuyormuş.
Ağaçlardan tünele dönüşmüş minik bir patikadan geçiyoruz - anlatacak ne çok şeyi vardır o patikanın- yukarı bakıyorum, dallardan, yapraklardan, sarmaşık çiçeklerinden gökyüzü az buçuk görünüyor, aralıklardan güneş göz kırpıyor ha bire yasak bir aşka davet edercesine, bir beyaz, bir mavi, bir yeşil. Sanki bir anda cennette buluverdim kendimi diye bir düşünce çakıveriyor zihnimin kıvrımlarında ve geldiği gibi de yok oluyor, hiç var olmamış gibi. Saate bakıyorum, “Çok oyalanmayalım, daha bir sürü yolumuz var. (arabayı ben kullansaydım yolu yarılamış olurduk)” diyorum, daha beş dakika geçti hâlbuki. Arkadaşım bana bakıyor ve kalbini de katarak gözlerine, sıcacık gülümsüyor. Derken hep hayalini kurduğum türden, doğanın tam ortasında bir eve ulaşıyoruz. Geçen onca yıla, sıcağa, soğuğa rağmen hala sapasağlam duran ahşap kapının pirinçten tokmağını vuruyoruz. Kapı olanca ağırlığıyla tüy kadar hafifmişçesine açılıyor ve işte bembeyaz saçları, pembe yanakları ve ruhundaki dinginliği içinde barındıran ışıl ışıl gözleriyle anneanne karşımızda. Sevgiyle kucaklayıp buyur ediyor bizi. Kapıdan içeri girdiğimde gözlerim kamaşıyor, her yanda saksılar, rengârenk çiçekler… Başka bir cennet köşesine daha girmiş gibi hissediyorum, bu his de bir an sürüyor, çünkü gözüm saatte, aklım yolda, fikrim varış noktasında.
avluda kahve keyfi

Arkadaşımsa avluda dolaşıyor, saksıları yokluyor, çiçekleri kokluyor, öz çekim bile yapıyor, beni de çağırıyor, istemeye istemeye gidiyorum. Anneanne, arkadaşım ve ben bir öz çekimde buluşup ölümsüzleşiyoruz. -Deli ediyor beni bu rahatlığı!-
Anneanne nasıl mutlu, “Aceleniz ne? Bir kahve içmeden hayatta göndermem!” diye tutturuyor. (Bir de kahve mi içeceğiz -bu sevgi dolu cennet köşesinde!- Bu yol bitmez. Direksiyonda ben olsaydım…) Kahveler gelmeden mis kokusu sarıyor bahçenin her yanını, sanki kuşlar daha bir keyifle cıvıldıyorlar. Anneanne hünerli elleriyle örmüş olduğu danteliyle süslediği gümüş tepsisiyle getiriyor kahveleri. Yanında sakızlı minik lokumlarıyla incecik porselenden fincanlarımızı alıyoruz. İçime çektiğimde ruhumu arındırıyor kokusu. Nasıl da severim kahveyi. Ama o da ne (Öğlen oldu neredeyse, hemen kahvemizi içip kalkmamız lazım). Aceleyle kahvemi içip ayaklanıyorum. Oysa arkadaşım anneannesiyle özlem gidermekte, tadını çıkarmakta kahvesinin, bahçenin, güneşin, kuşların söylediği aşk şarkılarının. Anneanne ise kalbinden taşan sevgisini göndermekte, huzur dolu, sükûnet dolu, yavaşlıkla akan sevgisini. Bir an kapılıyorum o akışa. Zaman yavaşlıyor sanki. Sakinlikle etrafa bakıyorum. Kulaklarımda “Beethoven’s Silence”… Ağaçlar, çiçekler, masmavi gökyüzü, ayaklarımın altındaki yaşam kaynağı toprak, ilerideki çeşmeden su içen, oynaşan kuşlar… Ve yine dürtüyorum kendimi çünkü varmamız gereken bir yer var, yola devam etmeliyiz…
Sonunda yola çıkıyoruz, tabii giderken arkadaşım yine “Şuranın yemekleri çok güzel, çay molası verelim, burada bilmem ne zamandan kalma antik şehir var, fotoğraf da çekelim” diye duruyor. (Sanki turistik geziye çıkmışız, ulaşmamız gereken bir hedefimiz var bizim!) uyarılarım ve çabalarım sonucunda nihayet ulaşıyoruz hedefimize. Ah o arabayı ben kullansaydım…
Yıllar sonra fotoğraflara bakarken fark ediyorum ki, yüzümde hep bir telaş, bir türlü kontrol edemiyorum zamanı. Akıp gidiyor ellerimden, yetişmem lazım ona. Aynı karedeki arkadaşımsa bırakmış kendisini o sakin, ağır ağır hareket eden, hep yolunu bulan, bilge akışa. Güveniyor ona, biliyor ki yaşadığı her an bir şeyler katıyor kendisine, içine çektiği her deneyimle biraz daha zenginleşiyor ruhu. Hedefi belli, rotası belli ve o rotayı izleyeceğim derken etrafta olan bitenleri, içine çektiği kahveli nefesleri, güneşin aşka davetini kaçırmıyor. Nasıl olsa varacak. Biliyor ki zamanı kontrol etmeye çalışırken anı kaçıracak, sadece hedefe odaklanmışken yolculuğun tadını çıkaramayacak.

Bitti o yolculuk,
Şimdi ise yeni bir hedef, yeni bir yolculuk...

Belki bazen ihtiyacımız olan tek şey durmaktır, inanmaktır varacağımıza, derin bir nefes almaktır, fark etmektir, sevmektir yaşamın getirdiklerini, güvenmektir, şükretmektir.
Belki sadece gülümsemektir.
Rotayı çizip arada bir de direksiyonu bırakmaktır…

Şencan Gültutan, Öğrenci ve Yaşam Koçu

13 Ekim 2016 Perşembe

Evrendeki Biz


Evrende neredeyiz
Evrenin büyüklüğünü düşününce aklıma çılgın bir fikir geldi. Acaba farkında bile olmadığımız ve şu anki bilgi ve bilinç düzeyimize göre en azından bir süre daha farkında da olamayacağımız çok çok büyük bir varlığın atomları, hatta atomlarını oluşturan parçacıklar olabilir miyiz? Bilim insanları bildiğimiz her şeyi ve dahi bizi oluşturan atomları meydana getiren parçacıkların da kendi bilinçleri olduğunu ileri sürüyorlar. Ya biz de birilerini, bir şeyleri oluşturan atomları oluşturan bilinçli parçacıklarsak ve bizi inceleyen, araştıran bilim varlıkları bizler için de bizim atomlar ve atom altı parçacıklar için düşündüğümüz şeyi düşünüyorlarsa? “Atomları oluşturan parçacıkların kendi bilinçleri var ve ona göre hareket ediyorlar! Hatta bazen birlikte hareket ediyorlar, sanki birbirleriyle iletişim kuruyorlar!!!” diyor olabilirler bizim için ve biz o kadar küçüğüzdür ki aslında, onların varlığını bile algılayamıyoruzdur, çünkü bulunduğumuz yerden baktığımızda bütünü göremiyoruz.
Teleskoplar yapıyoruz hatta teleskoplarımızı uzayımıza yerleştiriyoruz, oradan kendimize, biricik yuvamız, Dünya adını verdiğimiz gezegenimize bakıyor, bizi kapsayan evrenimizi dinliyor, gözetliyoruz ve parçacığı olduğumuz bu varlık, “evrenimiz” biz ona baktıkça büyüyor, yaklaştıkça uzaklaşıyor. Bir türlü tamamını göremiyoruz, göremedikçe küçülüyoruz…
Buradan baktığımızda biricik evrenimiz bizim için, akıl almaz boyutları olan, ucunu bucağını göremediğimiz bir varlık. Peki evren için biz neyiz? Evrenimiz bize ne diyor? Hakkımızda ne düşünüyor acaba? Şu sıralarda, oradan bakıldığında belki de kontrolsüze çoğalıp, sistemi “hasta” eden ve “antibiyotikle” etkisizleştirmesi gereken “bakteriler” gibi görünüyoruzdur.
Kendimizle, doğayla ve nihayetinde evrenin işleyişi ile olan ahengimizi kaybettiğimizde, o bir türlü dışına çıkıp tamamını göremediğimiz ve aslında her daim mükemmel bir şekilde işleyen sistem; kendine yabancılaşan, bütünle uyumunu kaybeden, denge noktasından ayrılan her varlığa uyguladığı yöntemini uygular. Tekrar aynı ahengi, dengeyi yakalayana kadar bizi zorlar. Makrodan mikroya afetler, hastalıklar, küresel ısınma, buz çağları, dünya savaşları, mülteci sorunları, depresyon, mutsuzluk, umutsuzluk, yaşama sevincini kaybetme, hayattan zevk alamama, hep aynı sorunları yaşama ve bir türlü bu döngüden çıkamama gibi süreçler ve daha birçokları bizim kendi elimizle oluşturup suçu başkasında aradığımız ve aslında evrenin kendisini iyileştirmek, yenilemek için kullandığı antibiyotiklerdir. Sonuçta ya evrenin frekansına geri döneriz ve onunla uyum içerisinde titreşmeye devam ederiz ya da bertaraf ediliriz. Tercih bizim ve bu tercihi yaparken tek başımıza değiliz. Ortak bir bilinçle hareket ediyoruz. Yani “Ben o çok sevdiğim canım evrenimle uyum sağlayacağım, dengeleneceğim bana bir şey olmaz” deme şansımız yok. Bu tercihi hep birlikte yapmalıyız, her birimiz uyumdan, dengeden yana seçim yapmalıyız. Bu birlik sisteminde bencillik yok, teklik var. Her birimiz bu tekliğe hizmet etmemiz gerektiğini anlayana kadar hem küresel hem de bireysel düzeyde zorlanmaya, sarsılmaya devam edeceğiz.
evrene bakış
Buna ister kader deyin, ister Tanrı’nın yasaları, ister doğanın kanunu, ister karma…

İşte tüm varoluşun bir parçacığı olarak benim nihai yaşam amacım, bir olmak, biz olmak, tek olmak için insanların hayatına dokunarak farkındalık sağlayabilmek. Hani kıyıya vuran binlerce denizyıldızını dalgalara rağmen tek tek denize atan şu çılgın adam gibi… Her şey küçük, çılgın bir düşünce ile başlamaz mı zaten, tıpkı bu yazının başlangıcındaki gibi?

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Hedef belirlerken...


Bir önceki yazımda hedeflerin hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğundan ve aslında hedef oluşturup harekete geçmenin hayatımızın gidişatında, istediklerimizin gerçek olmasında ne kadar belirleyici olduğundan söz etmiştim. Gerçekten de hayallerimizi gerçeğimiz yapmada hedeflerimizi iyi bir şekilde oluşturmak belirleyicidir. Peki, hedef oluştururken nelere dikkat etmemiz gerekir?


Hedeflerinizi belirlerken önce kendinize “gerçekten istediğim bu mu?” diye sorun. Yanıtınız “evet” ise artık hedefinizi yapılandırmaya geçebilirsiniz.

Hedef dediğimiz şey gelecekte olmak istediğimiz yeri, durumu ifade eder. Söz konusu gelecek yakın da olabilir uzak da, bu tamamen size, hedefinize ulaşmanın neler gerektirdiğine dolayısıyla ne kadar zaman alacağına bağlıdır. Elbette tüm bunları düşünüp planlamanız gerekiyor, bu planlama için de şu an bulunduğunuz noktayı tespit etmeniz büyük önem taşır.

Gelecekte bulunmak istediğim noktayı biliyorum, peki mevcut durumum ne?” mevcut durumunuzu ortaya koymak ulaşmak istediğiniz noktaya ne kadar mesafede olduğunuzu görmenizi sağlar. Böylece hedefe giden yolda sahip olduklarınızı ve ihtiyaç duyduklarınızı daha net görürsünüz. Bu aynı zamanda size bir süre verir. Bu sayede hedefinize ulaşmak için ne kadar zamana ihtiyacınız olduğunu da planlayabilirsiniz.

Tabii ki ara ara mevcut durumunuzu gözden geçirmelisiniz böylece ne kadar yol kat ettiğinizi ve daha ne kadar yolunuz kaldığını da görebilirsiniz. Bu hedefinizin ölçülebilir olması demektir. Bu aşamada esnek olmak önemlidir. Hata yaptığınızı, hedefinize ulaşamayacağınızı düşünürseniz taktik değiştirip farklı bir yol seçebilirsiniz.

Tüm bunların yanında daha hedefinizin adını koyarken hedefinize ulaştığınızda nasıl hissedeceğinizi de düşünün, hayal edin. Böylece hedefinize ulaştığınızda “tam da hayal ettiğim gibi!” diyebilirsiniz.

Unutmayın, her şey bir hayalle ve o hayale gitmek için atılan bir tek adımla başlar.

Özetleyecek olursak:
  1. Karar verin: Gerçekten ne istediğinize karar verin. Bu gerçekten istediğiniz bir şey mi?
  2. Hayal edin: Hedefe ulaşmış olmak nasıl bir his?
  3. Tespit edin: Mevcut durumum ne? Nelere sahibim? Nelere ihtiyacım var?
  4. Zamanı belirleyin: Ne kadar zaman gerekiyor? Kaç gün? Kaç hafta? Kaç ay? Kaç yıl?
  5. Yazın: Hedefinizi yazın.
  6. Planlayın: Yapmanız gerekenleri adım adım planlayın. Ana hedefe götüren ara hedefler belirleyin.
  7. Harekete geçin: Yapmanız gerekenleri yapın.
  8. Değerlendirin-esnek olun: Zaman zaman mevcut durumunuzu gözden geçirin. Şu an neredeyim, hangi durumdayım?
  9. Keyfini sürün: “Tam da hayal ettiğim gibi!”


12 Temmuz 2016 Salı

Hedef

Kendi hayatımda bir süre önce fark ettiğim bir şeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Hani “gerçek hayalini bul, gerçeğini bul” adlı makalemde bu dünyaya neden geldiğimi çoook düşündüm demiştim ya. Yine bir gün sorgularken gerçekten istediğim nedir diye aklıma geliverdi yavaştan yavaştan. Çocukken hepimiz duymuşuzdur defalarca “ne olacaksın büyüyünce?” sorusunu. Acaba ne yanıt vermiştim ki? Hep aynı kalmaz bu sorunun yanıtı, değişir arada. İlk verdiğim yanıt neydi bilmiyorum ama hemşire, öğretmen, balerin, çocukluğumun ilk yıllarından hatırladıklarım. Biraz daha ilerlediğimde, ortaokul, liseye geldiğimde matematik öğretmeni, mimar, genetik mühendisi...
Benim zamanımda üniversite sınavına girmeden, daha puanını bile bilmeden üniversite, meslek tercihi yapıyorduk. Çok iyi hatırlıyorum o optik formları doldurup postaya verdiğim zamanı. Puanımızı bilmeden, körlemesine, tercihleri yapıp gönderip sonuç bekledik.
Yıllar sonra, işte bunları düşünürken, bir şeyi unutmuş olduğumu fark ettim. Genetik mühendisliğini tercihlerime eklemeyi unutmuşum, evet unutmuşum! Üstelik puanım da haydi haydi yetermiş :-P
Şimdi düşünüyorum da insan, gelecekte yapmak istediği bir mesleği üniversite tercihlerine yazmayı nasıl unutur? Evet unuttum…
Ben üniversite sınavına hazırlanırken kafamda gerçekten de net bir hedefim yoktu ya da hedeflerim. Eğer hedef(ler)im belli olsaydı unutur muydum acaba onları tercih formlarıma yazmayı?
Asla!


Her sabah bizi yataktan kaldıran, güne başlatan, ayakta tutan hedeflerimizdir. Harekete geçmemizi, ilerlememizi sağlayan yine hedeflerdir. Yaşadığımız sürece, her an bir hedefi gerçekleştirip bir diğerine koşarız aslında. Bununla birlikte birçoğunun farkında bile değilizdir yaşam koşturmacasının içinde.
Bir de hayallerimiz vardır, çoğu zaman bir türlü gerçekleşmeyen, adı bile konmayan hayaller. Aklımızın bir köşesine sıkışmış kalmış, arada bir yüzeye çıkan, yüzümüzü güldüren ve bize iç çektirip tekrar onu sakladığımız yere geri dönen, unuttuğumuz hayallerimiz. Bazen de daha belirgindir hayallerimiz, gömmemişizdir onları derinlere, çoğunlukla yüzeyde olmakla beraber gerçekleşeceğine dair bir beklentimiz de olmadığından bu defa acı verirler, iç çektirirler yine… İşte bu adı bile olmayan hayallere bir isim verip onları belirli, net, bize özel, ölçülebilir, ulaşılabilir, sonuç odaklı bir hale dönüştürürsek etkili bir hedef halini almış olurlar. Böylece artık o adı konmuş olan hedefe ulaşmak için nasıl bir yol izlememiz gerektiğini belirleyip, eylem adımlarımızı planlayarak o hayali gerçek yapmak adına harekete geçebiliriz.
Hayaller için kıpırdamazken hedefler için planlar yapar, harekete geçeriz. Hedefler kendiliğinden motivasyon getirir. Motivasyon eyleme geçmek demektir, eylem ise en nihayetinde mutlaka başarı getirir.
Başarı hazır olana gelir. Hazır olmak hedef ve eylem gerektirir.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Zaten öğrenirsiniz...

Bi düşünün; şu an en fazla 15 yaşındasınız, cep telefonu, bilgisayar, tablet kullanıyorsunuzdur herhalde. Hatta bununla da yetinmeyip elinize geçen herhangi bir teknolojik aleti de rahatlıkla kullanabilirsiniz sanırım.

Bazı büyüklerinizin açmaya, eline almaya bile korktuğu cihazlar sizin eliniz, kolunuz misali doğal bir parçanız gibidir dersek yanlış olmaz belki de.

Nereden öğrendiniz bunları böylesine etkin kullanmayı?

Şimdi de oynarken zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmediğiniz (annenizin-babanızın ha bire gelip gidip "oğlum/kızım yeter artık hadi kapat şunu!!!" dediği), en sevdiğiniz bilgisayar oyununu ya da telefon oyununu düşünün.

Kim öğretti size? Ya da biri öğretti mi gerçekten? "Yooo" dediğinizi duyar gibiyim.

Peki nasıl öğrendiniz?

Tek başınıza, kimseye ihtiyaç duymadan, bilerek ve isteyerek öğrendiniz.

Nasıl oluyor da unutmuyorsunuz bütün bunları? Nasıl? Neden?

Öğrenme bilgiyi algılama, hafızaya alma, hatırlama ve gerektiğinde tekrar kullanma sürecidir.

Her bireyin öğrenme yöntemi kendisine özgüdür. Öğrenmeyi öğrenmek bireyin kendini tanıması yoluyla öğrenme yöntemini keşfetmesidir.

Birey gerçekten ne istediğini, güçlü ve zayıf yönlerini fark ettiğinde; hangi bilgiye neden ihtiyaç duyduğunu, ihtiyaç duyduğu bilgiye nasıl ulaşacağını, onu nasıl öğreneceğini, öğrenmiş olduğu bilgiyi nerede depoladığını bilir.  Tekrar ihtiyaç duyduğunda zaten nerede olduğunu bildiği bilgiye nasıl ulaşacağını da bilir ve tüm bunları bilinçli olarak yapar. Eksik yönlerini tanıyan birey öğrenirken nelere ihtiyaç duyduğunun da farkındadır ve bu eksikliklerini nasıl tamamlayacağını bilir.

Bir bilgisayar oyunu oynarken, o bir türlü geçemediğiniz bölümü nasıl geçeceğinizi öğrenmek ve başarmak için neler yaparsınız? İşte derslerde de bir türlü anlayamadığınızı düşündüğünüz konular için de böyle düşünerek başlayabilirsiniz belki.

Gerçek anlamda öğrenme öğrenenin aktif olduğu bir süreçtir.

Öğrenmeyi öğrenmenin amacı öğrenilmesi gereken bilginin çokluğu altında ezilmeyen, bilgiyi nasıl kullanacağını bilen, aktif öğrenen bireyler olmaktır.

Tıpkı telefonunuza yüklediğiniz o yeni video klip uygulamasını nasıl kullanacağınızı keyifle öğrendiğinizde yaptığınız gibi.

Öğrenmeyi öğrendiğinizde ilk ihtiyacınız olanın kendiniz olduğunu fark edersiniz. Kendinize güvenirsiniz ve kendinize güvendiğinizde de bilgiye nasıl, hangi yoldan ulaşacağınızı zaten bilirsiniz. Zaten öğrenirsiniz...


23 Mayıs 2016 Pazartesi

Gerçek hayalini bul, gerçeğini bul...

Hiç bir şey öylesine değil, rastgele değil. Her şeylerin bir sebebi var, bir amacı var. Canlı cansız tüm varlığın, var oluşun, güneşin, güneşlerin, Dünya gezegeninin, Mars'ın, Venüs'ün, adını bildiğimiz bilmediğimiz bütün galaksilerin, evrenin, evrenlerin, makrodan mikroya hatta nanoya kadar her şeyin bir amacı var, hatta başka bir şeyler de onun oluşmasına hizmet ediyorlar...

Tüm bunlar olurken ne zaman bilmem, benim de içime bir soru işareti oturdu kaldı. Epeydir düşünürüm neden geldim bu dünyaya diye. Eskiler bilirler bir şarkıda der ya 'Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim?!' benimki de o hesap. Okudum, okudum, çeşit çeşit kitap okudum, kitaplarda aradım, çeşit çeşit eğitim aldım, çeşit çeşit meslek düşündüm, çeşit çeşit hobiler edindim bir sürü yerde aradım, bulamadım yanıtı. Bir keresinde okuduğum bir kitapta diyordu ki dünyaya neden geldiğinizi, ne yapmak için geldiğinizi anlamak istiyorsanız çocukluğunuzu düşünün, gidin o yıllara, çocukluğunuza dönün, gidin gidin gidin, gittiniz mi? Hah orada, işte tam orada gerçekten ne yaparak mutlu olduğunuzu, akışta olduğunuzu, nefes alıp verir gibi, doğal olarak ne yaptığınızı hatırlayın diyordu. Tabi tam olarak böyle demiyordu ben epey bi süsledim ifadeyi :P

Uzuuun uzun düşündüm, çok gittim çocukluğuma, hep düşündüm, saçlarımı yoldum, kafamı patlattım, beynimi yaktım ancak bir türlü bulamadım ben neden geldim bu dünyaya.
Bulamamak çok  acı veriyor. İçimde bir boşluk, gittikçe büyüyor. Boşluk büyüdükçe rahatsızlık artıyor. Bulamadıkça içim içimi yiyor, yedikçe içimdeki boşluk biraz daha büyüyor, büyüdükçe huzursuzluk artıyor. Offf içim boşlukla doluyor, sıkılıyor, kaçasım geliyor. Ne Allahım ne?

Derken birden fark ettim. İçimde yanıp duran ateşin kaynağını buldum. Öğretmenlik! Aaa o da ne ben zaten öğretmenim. Bununla birlikte bu bana hala yetmiyor, daha fazlasını yapmalıyım, daha fazla fayda sağlamalıyım insanlara, genç insanlara. Yıllarca tırmalayıp durmasınlar hatta belki hiç farkına bile varmadan, mutsuz geçip gitmesinler dünyadan. Erkenden bulsunlar hayatlarının amacını. Sadece öğretmen olmamalıyım onlara, aynı zamanda yol arkadaşı olmalıyım hayallerini gerçekleri yapma yolunda.


Her şeyin bir amacı var.


Aslanlar çok iyi avlanmaya, ceylanlar onlardan kaçmak için çok iyi koşmaya geldiler bu dünyaya.


Her insan da özel olarak, özellikle bir şeyi çok çok iyi yapmaya geliyor dünyaya.


Mozart beste yapmaya, Einstein bilim yapmaya, Tarkan şarkı söylemeye, Al Pacino rol yapmaya, Bill Gates Microsoftu dev yapmaya, Steve Jobs Apple yapmaya vs. vs. bir sürü örnek var işte sen de biliyorsun.


Peki sen neyi çok iyi yapmaya geldin bu dünyaya? Onu biliyor musun?


Keşfetmeye var mısın?


Sen değişirsen dünyan değişir, SEN değişirsen DÜNYA değişir...