27 Kasım 2016 Pazar

Direksiyonda hep sen mi olacaksın?

Bir yolculuğa çıkacağım. Sonucunda çok istediğim bir yere ulaşacağım bir seyahat bu. Yanımda sevdiğim bir arkadaşım. Arabayla gideceğiz. Tüm hazırlıklar tamam, son kontrolleri de yaptım. Rotayı çizdim, her ihtimali düşündüm, tüm olasılıkları hesapladım. Sözleştiğimiz saatte arkadaşım gelip aldı beni. Trafikteyiz, kimi zaman akıyor, kimi zaman tıkanıyor. Arkadaşım bir ara yol boşken sağa sola kırıyor direksiyonu, dans ediyor sanki arabayla, bende bir huzursuzluk, başlıyorum içimden söylenmeye (Bak ya nasıl sürüyor arabayı!) seslenmiyorum. Ama artık gitmesi gereken yoldan gitmeyip de başka bir yola sapınca dayanamıyorum “Yanlış yola girdin”. Arkadaşım gayet sakin “Rahat ol”.
“Rahat mı olayım? Ben rotayı belirlemiştim. Gitmemiz gereken yol bu değil. Tüm olasılıkları hesapladım ben!”.
Arkadaşım “Güven bana, bu yolu seveceksin, etrafına bak, ne güzel manzara” diyor ve pencereden dışarı bir bakıyorum ki (aslında az önce de bakıyordum ama o ana kadar fark etmemişim) çeşit çeşit, daha önce varlığından bile haberdar olmadığım türde ağaçlar, aşkından çiçekli sarmaşıklarla sarmaş dolaş olmuş ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla giden bir tren yolu, tren yolunun kıyısında duvarları yosun tutmuş, taştan, eski, tek katlı bir bina... Düşüncelere dalıyorum bir an, “minicik bir istasyon binası, kim bilir ne yolcular geçti bu istasyondan, kalanlar kimleri gönderdi, neler bıraktılar gidenler geride…” Birden uyanıveriyorum düşüncelerimden, arkadaşım arabayı rayların üzerinde durduruyor, öylece bırakıveriyor tren yolunun orta yerine. (Burada mı duracak? Ya tren gelirse? Zaten neden durduk ki, daha kat etmemiz gereken onca kilometre varken? Zaman kaybetmememiz gerek) Hemen müdahale ediyorum ve öğreniyorum ki o tren yolu artık kullanılmıyormuş, yakınlarda bir yerlerde de arkadaşımın anneannesi oturuyormuş.
Ağaçlardan tünele dönüşmüş minik bir patikadan geçiyoruz - anlatacak ne çok şeyi vardır o patikanın- yukarı bakıyorum, dallardan, yapraklardan, sarmaşık çiçeklerinden gökyüzü az buçuk görünüyor, aralıklardan güneş göz kırpıyor ha bire yasak bir aşka davet edercesine, bir beyaz, bir mavi, bir yeşil. Sanki bir anda cennette buluverdim kendimi diye bir düşünce çakıveriyor zihnimin kıvrımlarında ve geldiği gibi de yok oluyor, hiç var olmamış gibi. Saate bakıyorum, “Çok oyalanmayalım, daha bir sürü yolumuz var. (arabayı ben kullansaydım yolu yarılamış olurduk)” diyorum, daha beş dakika geçti hâlbuki. Arkadaşım bana bakıyor ve kalbini de katarak gözlerine, sıcacık gülümsüyor. Derken hep hayalini kurduğum türden, doğanın tam ortasında bir eve ulaşıyoruz. Geçen onca yıla, sıcağa, soğuğa rağmen hala sapasağlam duran ahşap kapının pirinçten tokmağını vuruyoruz. Kapı olanca ağırlığıyla tüy kadar hafifmişçesine açılıyor ve işte bembeyaz saçları, pembe yanakları ve ruhundaki dinginliği içinde barındıran ışıl ışıl gözleriyle anneanne karşımızda. Sevgiyle kucaklayıp buyur ediyor bizi. Kapıdan içeri girdiğimde gözlerim kamaşıyor, her yanda saksılar, rengârenk çiçekler… Başka bir cennet köşesine daha girmiş gibi hissediyorum, bu his de bir an sürüyor, çünkü gözüm saatte, aklım yolda, fikrim varış noktasında.
avluda kahve keyfi

Arkadaşımsa avluda dolaşıyor, saksıları yokluyor, çiçekleri kokluyor, öz çekim bile yapıyor, beni de çağırıyor, istemeye istemeye gidiyorum. Anneanne, arkadaşım ve ben bir öz çekimde buluşup ölümsüzleşiyoruz. -Deli ediyor beni bu rahatlığı!-
Anneanne nasıl mutlu, “Aceleniz ne? Bir kahve içmeden hayatta göndermem!” diye tutturuyor. (Bir de kahve mi içeceğiz -bu sevgi dolu cennet köşesinde!- Bu yol bitmez. Direksiyonda ben olsaydım…) Kahveler gelmeden mis kokusu sarıyor bahçenin her yanını, sanki kuşlar daha bir keyifle cıvıldıyorlar. Anneanne hünerli elleriyle örmüş olduğu danteliyle süslediği gümüş tepsisiyle getiriyor kahveleri. Yanında sakızlı minik lokumlarıyla incecik porselenden fincanlarımızı alıyoruz. İçime çektiğimde ruhumu arındırıyor kokusu. Nasıl da severim kahveyi. Ama o da ne (Öğlen oldu neredeyse, hemen kahvemizi içip kalkmamız lazım). Aceleyle kahvemi içip ayaklanıyorum. Oysa arkadaşım anneannesiyle özlem gidermekte, tadını çıkarmakta kahvesinin, bahçenin, güneşin, kuşların söylediği aşk şarkılarının. Anneanne ise kalbinden taşan sevgisini göndermekte, huzur dolu, sükûnet dolu, yavaşlıkla akan sevgisini. Bir an kapılıyorum o akışa. Zaman yavaşlıyor sanki. Sakinlikle etrafa bakıyorum. Kulaklarımda “Beethoven’s Silence”… Ağaçlar, çiçekler, masmavi gökyüzü, ayaklarımın altındaki yaşam kaynağı toprak, ilerideki çeşmeden su içen, oynaşan kuşlar… Ve yine dürtüyorum kendimi çünkü varmamız gereken bir yer var, yola devam etmeliyiz…
Sonunda yola çıkıyoruz, tabii giderken arkadaşım yine “Şuranın yemekleri çok güzel, çay molası verelim, burada bilmem ne zamandan kalma antik şehir var, fotoğraf da çekelim” diye duruyor. (Sanki turistik geziye çıkmışız, ulaşmamız gereken bir hedefimiz var bizim!) uyarılarım ve çabalarım sonucunda nihayet ulaşıyoruz hedefimize. Ah o arabayı ben kullansaydım…
Yıllar sonra fotoğraflara bakarken fark ediyorum ki, yüzümde hep bir telaş, bir türlü kontrol edemiyorum zamanı. Akıp gidiyor ellerimden, yetişmem lazım ona. Aynı karedeki arkadaşımsa bırakmış kendisini o sakin, ağır ağır hareket eden, hep yolunu bulan, bilge akışa. Güveniyor ona, biliyor ki yaşadığı her an bir şeyler katıyor kendisine, içine çektiği her deneyimle biraz daha zenginleşiyor ruhu. Hedefi belli, rotası belli ve o rotayı izleyeceğim derken etrafta olan bitenleri, içine çektiği kahveli nefesleri, güneşin aşka davetini kaçırmıyor. Nasıl olsa varacak. Biliyor ki zamanı kontrol etmeye çalışırken anı kaçıracak, sadece hedefe odaklanmışken yolculuğun tadını çıkaramayacak.

Bitti o yolculuk,
Şimdi ise yeni bir hedef, yeni bir yolculuk...

Belki bazen ihtiyacımız olan tek şey durmaktır, inanmaktır varacağımıza, derin bir nefes almaktır, fark etmektir, sevmektir yaşamın getirdiklerini, güvenmektir, şükretmektir.
Belki sadece gülümsemektir.
Rotayı çizip arada bir de direksiyonu bırakmaktır…

Şencan Gültutan, Öğrenci ve Yaşam Koçu

2 yorum:

  1. CARPE DIEM
    Anı yaşa tadına vara vara, her saniyesini hissederek, hele ki yanında sevdiklerin varsa çünkü ne zamana kadar yanında olacaklarını bilemiyorsun.
    Çoğu zaman sorumluluklarımız ve görevlerimiz engel olan hayatı sakin ve yavaş yaşamamıza. Onları paylaşabilsek işte, evde vs. hayatı da daha dolu dolu yaşayabiliriz.
    En azından tatillerde veya kendimize ayırdığımız kısacık anları yavaş, keyifle çok da planlamadan, sadece bedeni değil beyni de dilendirerek yaşamalı :))))

    YanıtlaSil